Category Archives: hâtırat

yönettiğim en kötü oyunu açıklıyorum seyırcı!..

 

kırkbeş dakika, evet tam kırkbeş dakika kesintisiz sol elinin yüzük parmağının tırnağının etini âfiyetle mideye indirdi gençadam. tırnak yiyen nicesini gördüm ama böylesi ilkti. belki bu denli dikkâtli gözlemlemedim daha önce tırnak yiyen birini. ama yok sanmam, hem seyretmeye değer biri çıkmadı, hem de bi şekilde farkederdim.. 

denizotobüsüne vaktinden beş dakika önce bindim. hep böyle yaparım, bi sigara daha içmeliyim filân derim. ya batarsa..? bir sürü düşünce.. çocuklar için hazırlanmış canyeleklerine el koy! büyükler nasılsa kurtulurlar, hem ölseler ne olacak. ben el koymazsam eğer atlar bu salaklar hemen, üçer beşer kaparlar maazallah! hemen organize et gemidekileri. heeeey bağırmayın, sâkin olun, hepimiz kurtulacağız! çığlık atan kadınların suratına okkalı birer şamar! heh şööle, başka türlü susacağı yok bunların.                      deniz toplu taşıma araçlarına bindiğim her sefer düşünürüm bunları.. sanki sağlıklı bi şeymiş gibi, düşünürüm dedim di mi. derim abi. elimde değil n’apiim.. 

bindiğim şeyi denizotobüsü sanıyordum ya (yazarken bile devâm etmiş yanılgı); yok, devasa bir feribotmuş. geçen sene de denk gelmiştim buna. çok da hoşuma gitmişti. yanımda okuyacak bir şey yoktu. gidip bir kahve alayım, hem dinlenir, hem oyalanmış olurum dedim. yolculukların en hoş gelen tarafı; kendimi bir oyundaymış gibi hissetmemdir. üstelik oyunu ben yönetirim sanki.. birinin şapkası düşer sebepsiz, ne olduğunu anlayamaz etrâfa bakınıp suçlu arar,  çocuğun teki durduk yere ağlar, anne bi türlü susturamaz. adam şap diye yanındaki kadını öper, kadın utanır. gibi, gibi, gibi.. olanları uzaktan kumandayla yönetiyormuşum gibi eğlenirim. bu sefer karşıma, iyi giyimli, nedense iyi eğitimli olduğunu düşündüğüm, gençten bir adam oturdu. önümüzdeki masalar yemek yemek, bi’şeyler içmek için falan tasarlanmış, oldukça geniş ve rahat yâni. önce dizüstü bilgisayarını çıkardı masaya yerleştirdi. sonra çalıştırdı, sonra dikkâtle ekrana bakmaya başladı. olay da orda başladı zâten. ekrana bakarken, sol elin yüzük parmağının ucunun yavaşça ağıza doğru götürülüşüne tanık oldum. tanıklığım kırkbeş dakika sürdü. tabi sonrasını bilemiyorum, benim payıma düşen süre buydu.. böyle bir iştahla tırnak/tırnaketi yendiğine, daha doğrusu âyin düzenlendiğine daha önce tanık olmuşluğum yoktur. sizin de yoktur. valla yoktur ya! bak anlatıyorum seyırcı sabırlı ol. şimdi bu adam parmağı ağzına götürdü ya, sanırım bir süre ıslatıp yumuşatmak içindi. çünkü o parmak daha sonra özenle soyuldu soyuldu yendi. ekrana çakılmış gibi bakıyordu, arada sağ eliyle mousa tıklayıp duruyordu ama asıl işi parmaktı. zaman zaman mouse için kullandığı parmağı da yardım için kullanıyordu. dişiyle açtığını sandığım etleri, sağ elinin tırnaklarıyla koparıp koparıp ağzına atıyordu. evet, resmen lokma lokma tırnaketi yiyen bi adam hayâl edin. bi ara bana durduk yere bi gülme hissi geldi, kafamı çevirdim ve yan taraftaki sevimli çocuktan etkilenmiş gibi kıkır kıkır bi güzel güldüm.  aslında o his durduk yere gelmedi tabi. valla ne yalan söyleyeyim bu gençadamın bloglardan birinin yazarı olduğunu ve bi şekilde benim yazdıklarımı da okuduğunu/okuyacağını aklıma getirdim. tırnaketi merâsimi başladığında, o olayın blog yazısı olmasına karar vermiştim. daha sonra okuyunca kendini tanıyacağından o kadar emindim ki.. ama işin komik tarafı, adam benim farkıma varamamıştı. hırsından çatlayacak, iştahla tırnak yediği ve onu dikizleyen kişiyi farketmediği için kendine kızacaktı, biliyordum. hahahaha!.. tek tek, tâne tâne, kocaman lokmalarmışçasına ağıza atılan çiğneye çiğneye yenen tırnaketleri. bi ara midemin bulandığını hissettim. ama olayın ilginçliği bulantımı bastırdı. feribot iskeleye yanaştığında yeme işi devâm ediyordu. bir parmağının tırnaketini yemesi bu kadar sürüyorsa, bütün parmaklarına harcadığı mesâiyi düşündüm ve aklımı kaçıracak gibi oldum. içime fenâlık geldi. gidip o parmağı ağzından çekmek ve bi araba dayak atmak istedim çocuğa. buna hakkı yoktu. zâten ayda yılda bir yolculuk yapıyordum ve bu görüntülere katlanmak zorunda değildim. salak şey! oh olsun, yazdım işte. inşallah bi blog yazarı falansındır ve burayı okursun! iğ-reeenç-siiiin!!!

 

 

fiyakası mı olur senin koştuğunun yanında maratonun..

 

şöyle fiyakalı şeyler yazasım var ama lâf olsun diye yazamam ki.. var da, nasıl olacak o dediğim..? geçtiğimiz salı gününün akşamı boğazıma dikenli teller çekildi. beynimde ne kadar sıvı varsa, burnumdan geldi. gelmeye de devâm ediyor. ulan nerde/nasıl birikmiş bunlar?! sol gözüm kapandı kapanacak. ne hikmetse tek taraflı bi akıntı. en son burnum akalı kaç yıl oldu hatırlamıyorum bile, o kadar eski yâni. yok öyle grip aşısı falan olanlardan değilim ben. hattâ kulaklarım, ” antibiyotik alsana, şunu içsene, bunu yutsana” diyenlere tıkalı. hastalık hastası bi milletin nüfusuna kayıtlıyım ya; umurumda değil. istemem! ıhlamurdu, baldı, karabiberdi işimi görür benim. dünden beri bir de öksürük yapıştı yakama. uzun süre bırakacağa da benzemiyor. oh olsun bana! sigarayı iki pakete çıkarırsan olacağı buydu (kızım, verdin Metin Bey’in eline kozu! öğrenemedin mi huyunu?!)..

ne diyodum ben; heh, fiyakalı şeyler yazmak.. yâhu fiyaka dediğin nedir ki; adam yazar tuğla kalınlığında şeyler, lâkin, bıraktığı tat da tuğla gibidir (evet daha önce tuğlanın tadına baktım, başka bir çok şey gibi. niye şaşırdınız..? çimenin de tadına baktım ben, samanın da!). tatsız ,tuzsuz, yavan şeyler yazmaktansa, adımı bile yazmamayı tercih ederim. gerçi benim adım hiç de yavan değil ya! ahaha! :P

dün, akşam yemeğinden hemen sonra sızmışım. gözümü açtığımda sabaha karşı 03:30 falandı.. ayaklarım beni mutfağa doğru sürükledi. masanın üzerinde pırıl pırıl parlayan koca bir kâse caneriği ve kayısı vardı. tatlarının neye benzeyeceğini umursamayarak, bi taraftan atıştırarak salona doğru yola koyuldum ve televizyonu açtım; uykuma kalan yerden devâm etmek için. televizyonda ceviz kabuğu seyrediliyormuş demek en son, hemen o çıktı. nerdeyse bitmek üzereydi. deniz gezmiş’in ağabeyi bora gezmiş vardı. daldım gittim konuşulanlara. neresinden bakarsan bak; fiyakalı bir yaşamdı deniz gezmiş’inki.. biz şurda fiyakalı iki lâf edeceğiz diye didinelim. boş işler bunlar be güzelim! acıyorsam sana ne olayım çocuk; can baba’nın dediği gibi.. helâl olsun, helâl olsun!..

 

 

dirlik olmayan yerde, varlık ne ki..

yavruların yavrusu döndü tâtilden.. işte, huzur dedikleri şey bu! :) hep eksik, hep yarımdı yaşadıklarım. ağız tadıyla bir yemek yiyemezsin, neymiş? ” o da yeseydi ya şimdi ”, ağız tadıyla bi gülemezsin, neden? ” ya o mutsuzsa şimdi? rahat bir uyku uyuyamazsın, niye? ” ya başına bir şey gelirse” diye diye, günleri saydım. yok vallahi öyle evhamlı bir anne falan değilim ben. iki yıl sonra üniversiteye gidecek, kısmetse.. ve öyle görünüyor ki; kendi evini kurmak isteyecek. e canım o zaman tamam. şimdi benimle yaşıyor. bütün mesele de bu aslında. yok o da değil, yaşı küçük. gerçi ben onun yaşındaykeeeen.. neyse. ne bileyim işte, arada yollar olunca sevilenle, merâk ediyorum deli gibi. içeriden sesi geliyor şimdi, bıcır bıcır.. ev neşesine kavuştu yeniden. kızım dayılarına..

ah işte! bir evdeki huzur kadar eşsiz bir duygu daha yoktur. tamam eksikler var ama, onlar da mutlu oluyor bizim mutluluğumuzla. annem aradı akşam.. ece’nin geleceğinden haberi yoktu. telefonu o açınca, sesindeki mutluluk ece’nin sestonuna yansıdı. anniniiiii diye şımardı hemen. :) annem de ciddi ciddi okula başlıyormuş. valla takdir ediyorum. yaşına başına bakmadan sen kalk haftada iki gün, günde üçer saatten ingilizce dersi al. helâl olsun sana be annecim!

ayın ondördüne yaraşır bir yazı oldu di mi candan? evet, valla öyle oldu! heh, kıymetini bil bu günlerin, ararsın sonra.. ay deli miyim neyim? hı hı, bi hunin eksik. tamam, onu da nalburdan alıveririm. bu günlükcan da hiç çekemez mutluluğumu. bi daha da sana bi şey anlatırsam n’oooliiim…:P

dilekçe..

dilek.jpg

danışma masasının üzerinde oturuyordu onu ilk gördüğümde.. ilk defâ bir çocuğa, bir kızçocuğuna çarpıldım. evet, tam da bu oldu. bir biblo kadar güzeldi, sahici olduğuna inanamadım önce, oyuncak bebek falan sandım. sonra arkadaşıma seslendim, birinin daha bunu görmesi gerekiyordu, gördüğüm şeye beni inandırması.. o da inanamadı uzun süre..

asansörü beklemeye başladığımda, babasının kucağında yine onu gördüm. aynı asansöre binmek için yer değiştirmem gerekiyordu çünki ben diğer asansörün olduğu tarafta bekliyordum ve onun olduğu tarafta üç kadın daha vardı, sığamazdık hep birlikte. ne olduysa, kadınlardan biri bana seslendi ve yer değiştirmemizi önerdi, sevinçle kabûl ettim. gözlerine yakından bakabilecektim. biraz çekinerek ne güzel kızınız var diyebildim babasına, nazar değer dikkât edin gibi birşeyler geveledim. babası cevap vermeden sâdece gülümsedi.. bir an için adamın dilsiz olduğunu falan düşündüm. emin olmak için, adı ne diye sordum. dilekmiş.. baba da dilsiz değilmiş ve gözlerini babadan almış dilek, o an farkettim. her ikisinin gözlerinde, isyanla karışık bir eziklik vardı. turkuaz renginin hiç bu kadar kızıla çaldığını görmemiştim. tuhaf bir şey, çok tuhaf.. çalıştığım yeri belirtip, dönüşte bana uğrarlarsa dilek için küçük bir sürprizim olacağını söyledim babasına, cevap vermeden gülümsedi. dilek el salladı utangaç tavırlarla..

üst kattan yemeğimi alıp işyerime indim. tam bitirmek üzereyken onlar geldi.. baba yine konuşmuyordu pek ama gülümsemesi biraz daha canlanmıştı sanki.. ta baştan beri onlarda beni çeken şeyin aslında ne olduğunu bulmaya çalışıyordum yemeğimi yerken. onlar geldiğinde bulmuştum: acı. bir sorunları olduğu kesindi, çok önemli bir sorun.. ne olduğunu da tahmin eder gibiydim ama sormadan olmazdı. ama nasıl soracaktım.. dilek, ilk gördüğüm andan îtibâren  babasının kucağına âdetâ yapışmış gibi duruyordu. hiç yere inmedi. oysa en azından iki yaşında falandı.. babayla yavaş yavaş sohbet etmeye başladık, arkadaşım da katıldı bize ve işim kolaylaştı bir nebze. badana boya işleri yapıyormuş cengiz bey. dilek ikibuçuk yaşındaymış. anneniz evde mi diye soruverdim pat diye. alacağım cevâbın olumsuz olacağını biliyordum ne hikmetse. ya ölmüş olmalıydı, ya da başka bir şey.. meğer aklî dengesini yitirmiş, dilek’e kötü muâmele etmeye başlayınca baba hastaneye yatırmış anneyi. henüz üç gün önce.. çikolata sevmez ama nedense sizinkini beğendi, sizi sevdi de ondan gâlibâ dedi baba. inandırıcı bulmadım, belki dilek çok iştahlı yediği için, bilmiyorum. ama çok onurlu bir baba olduğunu söyleyebilirim.

ah dilek.. ne güzelsin.. ne şirin.. ne mâsum.. o turuncu saçların ve turkuaz gözlerinle ne eşsiz.. nasıl da isyân ediyorsun şuncacık yaşında olan bitene.. ne kadar da erken yaşamışlık sinmiş gözlerine. hiç yakışıyor mu bir çocuğa korku, nefret, endişe?

dilek, dilerim bahtın da gülsün.. boynuma güvenle sarıldığın gibi sarıl umuda, bana güvendiğin gibi güven, hayâta da bana gülümsediğin gibi gülümse.. ama asla çikolata için olmadığını da, bugün yaptığın gibi belli et. baban gibi ol. aslâ onurunu yitirme. bugünler de geçecek elbet…

olmadı.. yine olmadı..

pazar geceleri büyük bir zevkle izlediğim popstar alaturka sona erdi. benim birincim belliydi mâlûm.. ama bu defâ da olamadı, ne hikmetse.. bu yarışma; iki yarışmanın elenenlerinin birarada yarıştığı bir tur olarak düzenlenmişti. dedim ki içimden; heh işte Erkan bu defâ işi alır ve götürür. öyle de olması gerekiyordu nitekim. yok taraf tuttuğum için filân değil, hak var, adâlet var, kulak var yâni.. ola ola, hergün dinlesem, sesi aklımda kalmayacak, tek mârifeti notalara düzgün basmak olan bir çocuk kazandı, adı lâzım değil..

bu tura yedek olarak başlayıp, son dakikada asıl yarışmacılar arasına giren İlkay adında bir yarışmacı daha vardı ki; son yıllarda duyduğum en iyi kadın sesi. gırtlak nağmeleriyle, âdetâ dalga geçer gibi şarkı söylüyor. muazzam bir ses. okuyamayacağı eser yok. biliyordum çok çabuk eleneceğini. öyle de oldu..

Erkan sanki eleneceğini biliyordu.. suratı sirke satıyordu daha sonuçlar açıklanmadan evvel. öyle mi Erkan? ve nasıl? yazık oldu mu desem, her işte bir hayır vardır mı desem, bilemiyorum.. her neyse, bu da bitti işte. şahin özer nâm kan emici de oradaydı. neymiş efendim kalan dört yarışmacıya albüm yapacakmış. aklınız varsa uzak durun çocuklar. albüm filân satamazsınız bu devirde. ama aç kurtların elinde oyuncak olursunuz: gel gel, git git. dayarlar kale gibi sözleşmeyi önünüze, sittinsene kafanızı kaldıramazsınız. aman ha, dikkât!

imzâ: müzik işlerinden sorumlu vatandaş candan.

babalara geldik yine..

yakamı bıraksalar, paçamı bırakmıyorlar.. ille de hatırlatacaklar kimsesizliğimizi. hâlbuki şimdi çalışıp kazandığım parayla bir hediye beğenmiş de, vermiştim kendisine. hiç nasîb olmadı ki, kendi kazandığım parayla bir şey almak ona. kızacaktı bana biliyorum, ne gerek vardı diye söylenecekti. hayâtı boyunca çok temiz, tertipli giyindi ama asla üçden fazla gömleği, pantalonu olmadı. sevmezdi çulu çaputu. onun parasıyla ona aldığımız şeyleri de ertesi gün bir başkasının sırtında, ayağında görürdük. sinir olurdum. ama öyle bir şey söylerdi ki; gidip kendime âit ne varsa dağıtmak isterdim. bilirdi zayıf taraflarımı. ordan vururdu beni. iyi ki de..

olsaydı şurada ne vardı sanki.. bir kahve yapsaydım, karşılıklı içseydik. yaşasaydı herhâlde karşısında sigara içemezdim. yok yok kesin içemezdim. öyle tuhaf bir şey vardı aramızda. saygı diye târif edilen şey değil bu. bilirdim bana olan sevgisini, ciğerlerime dolacak o pis havayı görmesi onu üzecekti, o yüzden içemezdim. ama kucağından inmezdim. kazık kadar olmuşum ne gâm.. hattâ içki de içerdik. şimdi ben balık alıp gelseydim, bi de küçük rakı açsaydık, bol rokalı bir kıvırcık salata yapsaydım, helvadan da mâcun.. babam anlatsaydı ben dinleseydim, arada ece’yi sevseydi bağrına basıp.. oooh, ne güzel olurdu. sonra sigara içmek için arka balkona kaçardım. sonra o da anlardı, daha evvelden anladığı gibi..

eve geldiğinde hep çok yorgun olurdu. çünki hiç tâtil yapmadı ömründe. hemen yatırırdım, saçlarını okşar, çocuk gibi uyuturdum. sonra annem, ablam ve ben sohbete kaldığımız yerden devâm ederdik.. kendi sigaramız biterdi. bu defâ babamın her zaman cebinde hazır olan üç paketinden otlanmaya başlardık. öyle zamanlar olurdu ki; üçünü de bitirir belki bir iki tâne bırakırdık sabah kalktığında bulsun diye. anneme dermiş ki sabahları; karıcığım niye böyle yapıyorsun, kızlar büyüdükçe sen de sigarayı çoğalttın.. hey gidi..

dertsiz baş terkide gerek..

bu başağrısı nasıl târif edilir şimdi bilmiyorum. bir deneyelim bakalım.. gâzi koşusu yapan üçyaş safkan ingiliz atlarını düşünün. bold pilot en önde gidiyor.. yer veliefendi değil, beynimintası. mesâfe de 2400 değil. yâni umarım öyledir ama bu ne menem 2400 metreyse, bitmek bilmedi.. pistte basmadık yer bırakmadı nâmussuzlar. ulan hiç değilse enseköküme basmayaydınız. yok! kupayı kim alacaksa alsın, şu başımı rahat bıraksınlar artık..

son 48 saatin, 24 saati çalışmakla geçti. iki günde yüz yeni yüz tanıdım belki, belki daha az, belki daha çok. liste yapmadım ama yuvarlak hesap öyle bir sayı işte. işin en iyi yanı ve başağrımın da en temel sebebi yine bu sürede 500 km.’ye yakın yol yapmış olmamdır. yollarla yeniden buluşmak güzeldi ve klima sevmediğim için camlar açıktı. muhtemelen bu yüzden dayanılmaz ağrılar içerisindeyim ya da dün akşam 21:30’da eve gelince, saçmasapan bir şey yüzünden ece’ye ilk defâ bağırdığım için. bağırdıktan sonra kendimi cezâlandırdım. yok, öyle bildiğiniz bir yöntem olduğunu sanmam.. eve geç gelmek bende yeterince suçluluk duygusu uyandırıyor zâten, üste çıkmanın bir anlamı yoktu ama beceremedim işte. hayattaki en değerli parçamı kırdım. bu boku da yedim sonunda. âferin bana!

oysa o benim için neler düşünmüş.. 13 temmuzdaki julio iglesias konserine bilet almayı plânlıyormuş. muhtemelen babasından tırtıklayacağı paralarla. biletler tam anlamıyla kazık. ama âhir ömrümde de bir daha canlı dinleme şansım olur mu bu herifi, sanmam.. neyse işte. bu da suçluluk duygumun üstüne tuz biber oldu. bu akşam hiçbir şey olmamış gibi davrandı allahtan. eve geldiğimde kapıyı o açtı, mahsus anahtarımla açmak istemedim. onun açmasını diledim ve öyle de oldu. onun o bebek suratını görmek bütün yorgunluğumu alıyor…

ne nâlet bi kadınım ben ya! herşeyi elime yüzüme bulaştırıyorum. onun gözündeki pırıltıdan daha değerli ne olabilir ki.. hiç işte. şimdi iyiyiz, konuştuk biraz. sonra başıma masaj bile yaptı. geçmedi nâmussuz ağrı ve böyleyken yazmak da çok zor. parmaklarım her tuşa değdiğinde, zonk zonk zonkluyor siniruçlarım. belki biraz hareketsiz kalırsam, uzanırsam, düşünmemeyi başarırsam -tamam son seçeneği geçtik, o çok zor hattâ iyi bile gelebilir-, tek bir şey üzerine yoğunlaşırsam atlatırım sabaha. inşallah yâni.

yarın çalışmıyor olacağım, bu iyi. ama pazartesiden sonra daha tempolu bir yaşam beni bekliyor olacak. kalırsam.. kalırsam, artık iyi para kazanacağıma, biriktireceğime ve sonunda istediğim şeyi gerçekleştireceğime söz veriyorum kendime. bu böyle gitmez! bu yıl tam da annanemin göçtüğü yaştayım. gen meselesi babamdan yana da pek şans vermiyor ama, bakalım, kalırsak göreceğiz…

n’olacak benim bu halım, işkilim, sevgilim..?

evdeki halıların çoğunu kaldırdım. oldum olası sevmem zâten; ne o öyle, heryere serilmiş, başına bir sürü iş açan, sürekli ilgi isteyen düğümler…

neden doğdu böyle bir ihtiyâç bilmem. hayır yâni bildiğim kadarıyla ilk olarak göçebe kavimlerde kullanılan, ortaasya kültüründe ortaya çıkan bir târihi var halının. biraz sanki bize mi âit..? ayaklar üşüdüğü için mi, dokuma sanatı uğruna mı, estetik kaygılarla mı üretilmiştir ilk halı kimbilir..

bir ara, param çokken ve nereye harcayacağımı şaşırmışken ben de kendimi eski el dokuma halı kilim satan dükkânlarda gezerken bulmuştum, bir mîmar arkadaşımla berâber. o, iyi anlıyordu bu işlerden. gelecek için iyi bir yatırım aracı olduğuna beni bile iknâ etmişti. parayı basıp aldığım eski bir anadolu kilim şu anda sanırım (başkasına vermediyse) kapıcımızın evinde duruyordur. eski bir kilim işte deyip, çöpe atmadıysa ya da.. bir azerî cicim var, o duruyor hâlâ. sırf renklerini sevdiğim için almıştım, çok da para vermemiştim, öyle hatırlıyorum. bir de çanakkale halım var. küçük bir şey ve onun da renkleri çok güzel. eh yeter bence.

bu kaldırdığım halılar annemin. kızmayacağını bilsem bir dakika bile tutmam hiçbirini. herşeyi göze alıp, bir bahâneyle, bugün yarın birilerine verebilirim onları da. sürekli bakım ve temizlik istemeleri bir yana, sanat eseri olup da duvarları süslemeyecekse ne gerek var halıya, kilime anlamıyorum. kışın ev terliklerimiz var ve yazın da zâten insan terlik bile giyemiyor. bu halı ve kilimlerin işe yaradığı muhakkak bir yer var ama ya ben salağım çözemiyorum, ya da.. hmm olabilir tabi ya!.. birşeylerin üstünü örtmeye yarıyor bunlar, anladııııım. e açıkta kalsa daha iyi değil mi? kirlenen yerler daha kolay görülür, temizlenir, evde toz olmaz (olsa bile daha az).

parkeye, taşa basmanı engelleyen, altında bir sürü şey biriktiren, saklayan halılar ve kilimler.. dayanılmaz bir şey. ne giyeceğimi düşünürken bile sıkılıyorum ben. tek tip olsa giysilerimiz, hiç gam yemem. ne düşünücem öyle, şuraya giderken bunu mu giysem, yok olmaz, o yakışık almaz filân. ay ne sıkıcı! halı ve kilimler de evin giysisi mi yoksa..? ya olmasınlar, ya da onlar da tek tip olsun ne var. şöyle toz tutmayan, kir barındırmayan cinsten filân. bunca insan, bunca ev, halı, kilim.. ne saklanıyor acaba altlarında..?

dünyâ dönüyor, sen ne yersen ye!..

siz, siz olun, bütün enerjinizi olanca hızıyla bir işe vermeyin sakın. yoksa neye uğradığınızı anlamadan benim gibi yatağa çakılıverirsiniz âniden..

perşembe akşamı yemek yaparken sevgi aradı. ” yemek yaptım hadi gel beraber yiyelim, akşam da bende kalırsın, ertesi gün de işimize yarayacak bir dükkân bakarız” dedi. bu saaten sonra olmaz, çok yorgunum falan dediysem de ısrarlarına dayanamadım ve işlerimi bitirip otobüse atladığım gibi kendimi bahçelievler’de buldum. otobüs beklerken başıma çok ilginç bir şey geldi ama onu daha sonra yazarım artık.. sevgi adıyamanlıdır. annesi nazmiye teyze bugüne dek gördüğüm en iyi aşçılardan biridir. yumurta bile pişirse, herkesin yaptığından başka bir lezzeti olur. o akşam da domatesli, etli pilav yapıp yollamış, ben yiyeyim diye.. zâten sevgi bir sürü şey pişirmişti ama nazmiye teyze’nin pilavının yanında havasını alırdı. cacık eşliğinde pilavın neredeyse tamâmını mideye indirdim. yedikten sonra aslında kıpırdayacak hâlim bile kalmamıştı lâkin canım acayip bir arzuyla dondurma yemek istedi. üşenmedik ve apartmanın altındaki dondurmacıya indik. iyi güzel de dondurma dediğin kiloyla yenmez pek, değil mi.. bu ne menem hasta olacağını haber veren bir bünyeyse (kendimi bildim bileli böyle olmuştur), yâni iştahım sebepsiz yere ve anormal düzeyde artmışsa, mutlaka en geç iki saat içinde falan hasta olurum. öyle de oldu.. bir kilololuk limonlu, böğürtlenli, kaymaklı, çikolatalı vee karadutlu dondurmayı mideye indirdikten sonra bana az, kendisine bol şekerli türk kahvesi yaptı sevgi. kahvemi içtikten sonra yemek sonrası mayışmalardan birine benzettiğim bir ağırlık çöktü üzerime. boğazımda tuhaf bir yangın başgösterdi. dondurmadandır deyip geçiştirdik. ama yok, neye uğradığımı anlamadan hapşırmalar başladı üstüste. burnum nerden geldiğini anlamadığım sıvılarla dolmaya, mendiller yetişmemeye başladığında yatağa serilmiştim. gittiğime gideceğime pişmân oldum. ama ne çâre.. dün bütün gün o vaziyette bir de dükkân aradık. yiğitliğe bok sürdürmeyeceğim için, hastalığı yorgunluğuma bağlayıp, akşam dinlenirsem geçer deyip, sokak sokak sürttüm. oh iyi oldu bana!

dün akşam eve gelince erkenden serildim kendi yatağıma. sızmışım.. ece üzerimi örtmüş. ama sonra bir yere geç kalmışım gibi uyandım. tatlı istiyoruuuuuum diye bağırdım. canım yavrum koşa koşa geldi. evde genellikle tatlı niyetine bulundurduğumuz tahinli çöreklerden getirip, elleriyle yedirdi sağolsun. doymak bilmiyordum. sonra çay yaptı bana, deli gibi çay içtim, koca bardaklarla. doymadım.. kuruyemiş yedim çayla berâber. bu defâ mide dolu olunca uyuyamadım geceyarısına kadar. sonra sızmışım yine.. tv’nin saati tam 13:13’ü gösteriyordu gözümü açtığımda. zâten bir sürü kâbus görmüştüm ve saatin gösterdiği rakamlar üzerinde çok durmamaya karar verdim. hem bana uğur getiriyor belki, ne biliyorsunuz.. öyle de oldu sayılır, içtiğim sigaranın tadı yoksa da en azından artık boğazım yanmıyor cehennem gibi. kahvaltı ederken baktım, iştahım normale dönmüş. bu demektir ki artık hasta sayılmam. yâni akşama kadar öyle kalacağımı ümîd ediyorum en azından. hastalık dediğin meret bende geceleri kuduruyor, ne hikmetse.. yatağa bağlı yaşamayı sevmiyorum. yıkılmadım ayaktayım anlayacağınız. aman sizin de çok şeyinizeydi sanki..

– dünyâ senin etrâfında dönmüyor candan, o dönen şey senin başın! kendine gel! git bi’ ıhlamur felân kaynat! ateşin düşmeden de yazı yazmaya kalkma! yine düştü çenen allahın cezâsı!

——————————————————————————————

yazının başlığı görülen lüzum üzerine değiştirilmiştir! blog benim,  istediğimi yaparım, kime ne?! 

——————————————————————————————

balayı tadında…

cumartesi günü oradaydık.. sevgili döne ile tankut‘un nikâh törenlerinde. gerçi ayağa basma seremonisine yetişemedik (lânet trafik yüzünden) ama tebrik etmek için yanlarındaydık ece’yle. onlar gibi şeker bir çifte nâdiren rastlanır, iyi ki rastlamışım.. hem fotoğraf çektirdik, hem de nikâh şekerlerinden aldık hâtırâ olsun diye. üstelik komşu olduk, bana çok yakın oturuyorlar artık. utanmasam hemen oturmaya gideceğim. aaa sâhi unuttum sormayı, balayına falan gidecekler miydi acaba..? hmmm, e nasılsa dönerler…

ben oğlan tarafı sayılırım. :) önce tankut’u tanıdım internetten, sonra da döne’yi ve iyi ki de.. bakın korkulacak bir tarafı yok bu internetten tanışmanın, bir kere daha söylüyorum. birbirimizi falan yemedik. en azından benim öyle bir girişimim olmadı (olduysa söyleyin çocuklar). tankut sağolsun, her zaman yemek ısmarlamıştır. :)

ellerellereller.jpg

neyse, onları öyle görünce tabi yine canımın gelinlik giyesi geldi. ama bir an için. sonra oturdum biraz, geçmesini bekledim. geçti geçti, merak etmeyin. hayır yâni ne var sanki, ille de evlenmem mi gerek gelinlik giymek için..? bütün hayâtımı bir gelinlik içinde geçirebilirim. hem evlenmenin başka ne gibi bir esprisi var ki, gelinlik ya da balayı dışında.. ay yok sıkıldım şimdi. ben de herşeyden hemen sıkılıveriyorum. en iyisi eşofmanlar yine. balayına hayır demem canım, o kadar da değil! ;)

döne&tankut çiftine ablaları olarak, cân-ı gönülden saadetler diliyorum. balayı tadında bir ömür geçirsinler ve elleri hiç ayrılmasın inşalllah!